Gündem

Hukuksuzluğun Hukuku (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Haziran 2012 tarihli Devrimci Çözüm Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.)

 

Ezen sınıfın ezilen sınıf üzerindeki baskı gücü olan devletin, hakim sınıfın çıkarlarını korumak için kullandığı en temel araçlarından biridir hukuk. Hukuk, bugüne kadar pek çok gelişme aşamasından geçmiş olsa da ana rolünü hiçbir zaman değiştirmemiştir. Hukuk her zaman ezenin, güçlünün hukuku olmuştur. Bugün hangi adliyeye giderseniz gidin bir yerde gözünüze çarpacak olan “Adalet Devletin Temelidir” (bu ifade daha önce “Adalet Mülkün Temeldir” biçimindeydi) sözü bu ilişkiyi en tipik biçiminde ifade eder. Mülke sahip olan ezen sınıftır. Hukuk da adalet de, devletin/mülkün korunması için vardır.

 

Hukuk, hakim sınıfların çıkarları için var olduğuna göre, hakim sınıfın devleti, hakim sınıfın çıkarlarını korumak ve gözetmekle yükümlüdür. Devlet, kanunlarından tüzüklerine, yönetmeliklerinden genelgelerine kadar bir bütün olarak tüm hukuksal düzenlemelerinde hakim sınıfların çıkarlarını korur, bu çıkarlara yönelen her türlü fiili ve sözlü girişimi çeşitli cezalandırma biçimleriyle baskı altına alır. Bu cezalandırmanın boyutları ülkelerin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel özelliklerine göre değişmekle birlikte hukukun sınıfsal karakteri sınıflı toplumlarda hep aynı kalır.

 

Türkiye gibi kapitalizmin kendi iç dinamiklerinden yoksun olarak emperyalizmin müdahalesiyle çarpık bir gelişme süreci izlediği, bu durumun tüm toplumsal alanların en diplerine kadar nüfuz edip, faşizmin bir yönetim biçimi olarak topluma kanıksatıldığı yeni-sömürge ülkelerde; hukukun rolü, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerdeki hukukun rolünden farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar özellikle burjuva hak ve özgürlüklerine verilen değer ile bu hak ve özgürlüklerin korunması alanlarında görünür. Burjuva demokrasilerinde, burjuva demokratik devrimleri sürecinde yığınların mücadelesi ile elde edilen ve mücadele geleneği içinde korunan hak ve özgürlükler, hak ve mücadele geleneğinin zayıf olduğu, en küçük hak talebinin en zorba yöntemlerle bastırıldığı, faşizmle yönetilen ülkemizde oligarşinin hak kırıntıları olmaktan öteye gidemez. Mevcut hukuksal metinlerde haklara yer verilmiş olsa da bu hakların devletin bekası için her zaman keyfi biçimde ortadan kaldırılması, sınırlandırılması uygulamaları ülke tarihine damgasını vurmuştur. Hak ve özgürlük nakaratları hukuk metinlerinde kalmaya mahkum olmuş, yaşamda hiçbir karşılık bulamamıştır. Ülkemiz hukuk tarihi, burjuva hukukunun hak ve özgürlüklerinin tarihi değil, bu hak ve özgürlüklerin katledilmesinin tarihi olmuştur.

 

Hakim sınıfların çıkarlarının korunmasına dair kurallar ve cezalar bütünü en yalın haliyle ceza hukuku alanında karşımıza çıkar. Ceza hukuku ve bir bütün olarak hukuk sistemi, ülkenin ekonomik-sosyal durumuna, ülkedeki sınıfların birbirleri karşısında konumlanmasına bağlı olarak sürekli değişme eğilimindedir. Özel olarak ülkemizde sürekli bir milli krizin varlığı ve genel olarak emperyalizmin dünya krizleri, hakim sınıfları sürekli olarak ekonomik, askeri, hukuksal önlemlerle kendini korumaya ve daha fazla baskı uygulamalarına başvurmaya zorlar. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla temsil edilen iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçilmesiyle birlikte sınıf mücadeleleri dünya çapında ivme kaybetmiş ve fiiliyatta emperyalizmin uğraşacağı bir sosyalist blok kalmamış olsa da, emperyalizmin dünya krizi ve dünya halklarının yeni uyanışlara gebe olması, emperyalizmin saldırganlığını arttırarak sürdürmesine neden olmuştur.

 

Emperyalizmin bu süreçte Türkiye’ye biçtiği rol; kendini yeniden yapılandırma sürecinde göstermektedir. Yeni süreçte, eski kurumlar ve kişiler tasfiye edilip, eskinin hatalarıyla sözde hesaplaşılıp, demokratikleşme imajları çizilecek, yeni sürecin yeni aktörleri sahnedeki yerlerini alacaklardır.

 

Bu yeni süreci organize eden de emperyalist efendilerinin yol göstericiliğindeki AKP ve hükümetidir. AKP, hükümet olduğu dönemde çıkardığı kanunlar, anayasa değişiklikleri ve son dönemde aldığı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisiyle çok ciddi hukuksal bir reorganizasyon icra etmektedir. Bu yeniden organizasyon süreci, devletin en temel kurumları olan askeriyeden üst düzey yargı kuruluşlarına, bakanlıkların yapısından devlet başkanlığı sistemine ve sağlık-eğitim-enerji-çevre gibi insanlık için çok temel alanlara kadar çok geniş bir yelpazede kendini göstermekte, her anlamda yeni sürecin yeni kurumları oluşturulmaya çalışılmaktadır. Yeni süreç sancısız değildir elbette. Eskinin tasfiyesi, eskide ısrar eden pek çok unsurun, sözlü veya fiili müdahaleyle ortadan kaldırılmasını da beraberinde getirmektedir. Bu müdahaleler her ne kadar “demokratikleşme”, “sivil hayata geçiş” nakaratlarıyla meşru gösterilmeye çalışılsa da meselenin bizi ilgilendiren yanı; bu tasfiye sürecinin iç yüzünün teşhir edilerek gerçek nedenlerin ve ne yapılmak istendiğinin kavratılmasıdır.

 

İşte, bu sözde “demokratikleşme” sürecinde, Anayasa ve çeşitli kanunların mecliste değiştirilmesiyle birlikte en temel devlet kurumlarında yaşanan reorganizasyona paralel olarak gündeme gelen ve halen devam eden çeşitli yargılamalar ile ne yapılmaya çalışıldığının da özel olarak değerlendirilmesi önemlidir.

 

Ergenekon, İrtica Eylem Planı, Kafes Eylem Planı, İnternet Andıcı, Amirallere Suikast, Ayhan Çarkın’ın itirafları üzerinden eski bazı özel harekatçıların tutuklanması, Cemal Temziöz ve eski korucuların yargılanması ile son olarak 28 Şubat Operasyonu gibi çeşitli isimlerle adlandırılan davalarla hukuk üzerinden siyasi bir hesaplaşma görülmektedir. Her birinin gerek siyasi gerekse de hukuksal olarak ayrı ayrı değerlendirilmesinin gerektiği bu davaların şu aşamada genel bir değerlendirmesini yapmayı gerekli buluyoruz.

 

Ümraniye’de bir gecekonduda bulunduğu iddia edilen el bombaları üzerinden başlatılıp, ordunun çeşitli kademelerinden emekli olmuş veya halen görevde olan asker, emekli özel harekat polisleri, korucular, gazeteciler, siyasi parti yöneticileri, eski üniversite rektörleri, eski belediye başkanları gibi çok geniş yelpazede yüzlerce kişiyi içine alarak genişleyen Ergenekon davası uzun zaman kamuoyunu meşgul etti. Dalga dalga devam ederek genişleyen davalar daha sonra İrtica Eylem Planı, Kafes Eylem Planı, İnternet Andıcı, Amirallere Suikast gibi isimlerle de alabildiğine genişleyerek büyük bir çorbaya dönüştü. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden bu davalar, genel olarak yargılanan kişilerin kamuoyunca tanınmaları üzerinden belli kesimlerin tepkisini çekse de soruşturmalarda yaşanan hukuk skandallarıyla da çokça tartışıldı. Bu ülkede olan mahkemelerde yaşanan hukuk skandalları, hukukun hukuk adı altında katledilmesi uygulamaları bu davalarla yeniden keşfedildi. Daha önce yaşanan tüm ihlalleri o süreçlerde görmeyen kesimler birden Özel Yetkili Mahkemeler’deki hukuksuzluğu, adaletsizliği keşfettiler, bu mahkemelerin kaldırılması kampanyalarını başlattılar.

 

Sıkıyönetim, DGM özel yetkili ismini taşıyıp terörle mücadele şubesi, mahkeme savcılığı, hakimlikleri, cezaevleriyle halka karşı hukuk eliyle yürütülen terörün bizzat uygulayıcısı olan bu mahkemelere karşı öteden beri yürütülen mücadelenin; bu mahkemelerin kapatılması ve verdikleri tüm kararların tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılması mücadelesini yıllardır savunduk, savunuyoruz. Ergenekon davasıyla ulusalcı/milliyetçi kesimler tarafından bu mahkemelerin kapatılması için yapılan eleştirileri de haklı buluyoruz. Ancak bir farkla ki, bu kesimler bu mahkemelere, Ergenekon, Balyoz, Andıç vs. davalarıyla kendilerinin tasfiye edilecek olmaları sebebiyle karşı çıkmaktadırlar. Eğer bu davalar olmasaydı, bu mahkemelere dokunmaya gerek yoktu, burada uygulanan hukuksuzluklar, baskılar, işkenceler devam edebilirdi! Buradaki ikiyüzlülük, samimiyetsizlik herkes için malum.

 

İritica Eylem Planı, Kafes Eylem Planı, İnternet Andıcı, Amirallere Suikast gibi isimlerle halen devam eden davalar, oligarşinin yeni süreçte kendini yeniden yapılandırılmasının, geçmiş sürecin unsurlarının hukuk eliyle tasfiyesinin en önemli göstergesidir. Bu davalar kapsamında yargılanan, tutuklanan pek çok kişi, geçmişte devletin önemli kademelerinde görev icra ederek, halka karşı yürütülen kirli savaşın bilfiil uygulayıcısı olmuşlardır. Ergenekon davasında yargılanan üst düzey askerlerin, özel harekat polislerinin, korucuların özellikle ’90’lı yıllardaki yargısız infazlarda, faili meçhul cinayetlerde, toplu katliamlarda, köy yakmalarda başrol oynadıkları oligarşi tarafından da bugün saklanamayan bir gerçeklik durumundadır. Yine yargılanan gazetecilerin, İşçi Partisi isimli karşı devrimci partinin yöneticilerinin, eski üniversite rektörlerinin de ulusalcı olarak tabir edilen siyasi kampta temsil edildikleri ve yeni süreçte ayak bağı olacak kişiler arasında yer almaları sebebiyle tutuklanarak, yargılanarak etkisizleştirilmeleri hedeflenmiştir.

 

Bir nokta önemlidir ki, bu da Ergenekon davasında yargılananların hiçbirinin halka karşı işledikleri suçlar kapsamında yargılanmadıkları gerçeğidir. Ve bu kişilerin tamamı mevcut AKP hükümetini devirmek için yürütülen faaliyetlerin şurasında ya da burasında oldukları, mevcut hükümeti devirerek Anayasal düzeni değiştirmeye çalıştıkları, bunun için örgüt kurdukları, örgüte üye oldukları savlarıyla soruşturulmakta, tutuklanmaktadırlar. Yani oligarşinin, bu kişilerin geçmişte halka karşı işledikleri suçları ifşa edip halkın bu davaya destek olması için yürüttüğü kampanyanın aslı astarı yoktur. Bir kontrgerilla unsuru da şu tarihte şu devrimciyi katlettiği, şu köyü yaktığı için suçlanmamıştır. Zaten bu suçlamayı devletin savcısından beklemek en basit tanımlamayla safdilliktir. Oligarşinin mahkemelerinde “kendisini” yargılayacağını düşünmek başka nasıl tanımlanabilir ki? Faşizm, faşizmi yargılayabilir mi?

 

Yürütülen, siyasi bir tasfiyenin hukuki görünümüdür. Bir kesime soruşturmalarla, gözaltılarla, tutuklamalarla gözdağı verilmekte, ayak direyecek yenilere ise ayaklarını denk almalarının mesajı verilmekte ve tüm bu işlemler mahkemeler eliyle yürütülerek meşruiyet imajları çizilmekte, “demokratikleşme“, “sivilleşme” masallarıyla halkı kandırmanın tüm araçları kullanılmaktadır. Öyle ya bu güne kadar Türkiye’ de hiçbir güç askeriyeye dokunmamıştı(!) Hiç general, amiral tutuklanamamış, ordu böyle bir değişime tabi tutulmamıştı(!) Bunu başaran AKP hükümeti oldu(!) Halkımızı bu beladan Recep Tayyip Erdoğan kurtardı(!)

 

Halkı, devletin zor gücü olan ordudan kurtaran olmadı elbette. Aslında oligarşi, yeni süreçte politikaların sorunsuz hayata geçirilmesi için yapılan bu operasyonlarla kendini kurtardı.

 

Bu süreçte Ergenekon davasının yanı sıra, yine kamuoyunun Susurluk sürecinde yakından tanıdığı özel harekatçı Ayhan Çarkın, emniyet müdürleri Mehmet Ağar, Hanefi Avcı gibi isimler hakkındaki soruşturmalar da bir dönemin tasfiyesinin farklı bir cephesini oluşturdu. Milletvekili olması sebebiyle Susurluk davasından yargılanamayan Mehmet Ağar hakkında, bu ayrıcalığını yitirdikten sonra örgüt yöneticisi olmak ve farklı suçlardan dava açıldı. Ağar sadece 5 yıl ceza aldı. Ağar, kendinden emin olduğunu ve vicdanen rahat olduğunu açıkladı.

 

Aynı süreçte eski özel timci Ayhan Çarkın’ın “işlediğimiz cinayetlerden Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin’ in bilgisi vardı.” açıklamalarına rağmen Ağar, bu cinayetlerden değil de sadece üç beş kafadarı bir araya getirmiş gibi “örgüt yöneticisi olduğu” sonucuyla 5 yılla kurtuluyordu. Bir dönemin valisi, emniyet müdürü ve içişleri bakanı olarak bu süreçlerdeki tüm katliamların, halk üzerinde estirilen terörün bizzat yöneticisi olan Ağar, devrimcileri katletmesinin ödülünü alıyor ve 5 yılla (ki bu ceza Yargıtay’da onaylandı ve sadece 2 yıl cezaevinde yatacak) kurtarılıyordu.

 

Geçtiğimiz aylarda görev yaptığı döneme ilişkin gazetelere açıklamalarda bulunan eski özel tim tetikçisi Ayhan Çarkın, bu “itirafları”nın ardından tutuklandı. Çarkın “itiraflarında” katıldığı yargısız infazları büyük bir rahatlıkla “Evet öldürdük, hem de resmi emirle öldürdük, elimizde listeler vardı.” açıklamalarıyla aktarıyordu. Savcıya verdiği ifadelerin ardından, Çarkın’ın görev yaptığı bazı özel timci arkadaşları da gözaltına alınıp tutuklanıyor, böylece yeni “itiraflar”ın kamuoyunun önüne gelmesi engelleniyordu. Çarkın’ın “itiraflarının’’ gündeme gelip tutuklandığı sürecin Ağar yargılamasının sürdüğü ve yine benzer biçimde “itiraflarıyla” gündeme gelip tutuklanan Hanefi Avcı’nın yargılanmasına başlandığı bir sürece denk gelmesi dikkat çekicidir.

 

İlçe polis komiserliğinden terörle mücadele şubeye, istihbarat şubeden emniyet müdürlüğüne çeşitli kademelerde çalışarak oligarşiye rüştünü ispat eden işkenceci Avcı, 6 Mart katliamını ve aynı gün yapılan diğer operasyonların nasıl icra edildiğini, evlere yapılan operasyonları gündüz gerçekleştirmelerine rağmen Kartal’daki eve infaz için nasıl gece girmek zorunda olduklarını da “itiraf” ediyordu.

 

“Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabı, Avcı’nın kendi iradesiyle yazılmamıştır. Siyasi iktidar içinde ciddi çelişkiler ve büyük bir güç mücadelesi söz konusudur. Kitap, bir tarafın diğer tarafın kirli çamaşırlarını ortaya dökme amacıyla yazılmıştır. Bu amaç için kullanılan Avcı, karşı gücün bir hamlesiyle alaşağı edilerek cezaevine gönderilmiş ve şimdilik “konuşması” engellenmiştir. Kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıklar sonucu Avcı ve bir dönem işkence yapıp barıştığı arkadaşı şimdilik suskunluklarını koruyor ve sadece kullanıldıklarını belirtmekle yetiniyorlar.

 

Ayhan Çarkın’ın, Hanefi Avcı’nın “itiraflarının” ardından gözaltına alınmaları, tutuklanmaları siyasi bir hesaplaşmanın parçasıdır. Çarkın’lar, Avcı’lar ve daha niceleri bu ülkede halka karşı işlenen suçların bizatihi uygulayıcısıdırlar. Bu işkenceci katiller, bir dönem uyuşturucu, silah ticareti, kara para aklama, mafya gibi her türlü karanlık ilişkinin içinde doğrudan yer alarak, buradan elde edilen paralarla halka karşı yürütülen savaşta başrol oynamışlardır. Bir dönem oligarşinin tetikçiliğini yapan bu insan müsveddeleri, şu an için gözden çıkarılmış durumdadırlar. Şimdilik sanki oligarşinin haberi yokmuş gibi örgüt kurdukları, yönettikleri iddia edilerek tutuklanıp susturulan bu unsurlar, yarın siyasi arenanın yeni tetikçilerince fiziken de ortadan kaldırılıp tamamen susturulabilirler. Ancak ülkedeki politik iklim, şimdilik “hukuk” varken böylesine “şüpheli ölümleri” gerçekleştirmeyi doğru bulmuyor. Zira “demokratikleşmişken”, “sivilleşmişken”, “yargısız infazları ortaya çıkarmışken” ne gerek var ki?

 

Ama tablonun asıl yanı hiç de öyle söylemiyor. Bu ülkede “hukuk”, özgür bir gelecek için mücadele eden insanları cezaevlerine doldurmaktan bir an bile geri durmadı. En küçük bir hak talebinde bulunmak önce gaz bombalarının hedefine kondu. Sonra terörle mücadele polisi, ardından özel mahkemeler ve en son da cezaevleri. Gaz bombasından kurtulabilenlere de bir gece evleri basılarak bu süreçler yaşatıldı. Halka karşı hukuk eliyle yürütülen bu savaşımı oligarşi hep uyguladı, mücadele devam ettiği sürece de uygulamaya devam edecek. Öyle ya Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu bu “hukuk”u uygulamak için var. Baskılar, işkenceler, gözaltılar, tutuklamalar hep “hukuk” için! İşte bu ülkedeki “hukuk” gerçeği de tam bu.